NIETZSCHE AĞLADIĞINDA, HASTA-DOKTOR İLİŞKİSİNDE DÖNÜŞÜMLÜ TARAFLAR: NIETZSCHE VE BREUER
Herkesin hayatında okuduktan sonra “İşte bu benim kitabım!” dediği, bir daha hiçbir kitaptan aynı tadı alamayacağına inandığı, kitaplığının en değerli köşesinde kendisine yer açarak her fırsatta kıvırdığı sayfaları, altını çizdiği satırları okuyup yazarının diline, üslubuna hayran kaldığı bir kitap vardır. Benim için bu eser “Nietzsche Ağladığında” adını taşımakta. Söz konusu roman psikiyatrist, psikanalist, psikoterapist olmasının yanı sıra başarılı bir yazar olan Irvin D. Yalom tarafından kaleme alınmış olup felsefi ve psikolojik bir niteliğe sahip. Kitapta anlatılanların büyükçe bir bölümü kurgu olmakla birlikte karakterler tümüyle gerçek, üstelik hepimizin adını muhakkak bir yerlerden duymuş olduğu, pek çoğumuzun da kendilerinden hayranlıkla söz ettiği, tıp, psikoloji ve felsefeye sayısız katkılar sunmuş Sigmund Freud, Friedrich Nietzsche, Joseph Breuer gibi şahsiyetler. Roman esas itibarıyla bu üç karakter -daha ziyade Nietzsche ile Breuer- etrafında dönmekle birlikte gerçek yaşamda nispî bir popülariteye sahip Lou Andreas-Salome ile Bertha Pappenheim’dan da yer yer bahsetmekte.
Roman, genç ve güzel oluşunun yanı sıra cesur ve kendinden emin tavırları ile de iletişim kurduğu insanları anında çekim alanına dahil edebilen Lou Salome’nin, Avusturya’nın en ünlü fizyologlarından Joseph Breuer’e bir mektup yazarak acilen görüşme talebinde bulunması ile başlar. Mektubun Dr. Breuer tarafından alınmasından sonra gerçekleşen görüşmede Salome, Friedrich Nietzsche isimli eski bir dostunun fizyolojik ve psikolojik rahatsızlıkları dolayısıyla tedaviye muhtaç olduğunu, bilhassa ruh ve duygu durumunun sağlığı açısından büyük -neredeyse intihara meyil derecesinde- tehlike arz ettiğini, ancak kendisi ile araları artık iyi olmadığından yakın bir arkadaşı aracılığıyla onun Dr. Breuer’e gitmesini sağlayacağını, neticede Dr. Breuer’in de onu hasta olarak kabul etmesi ve iyileştirmek için elinden geleni yapması gerektiğini söyler. Salome’nin yukarıda bir parça sözü edilen etkileyiciliğinden rahatlıkla tahmin edilebileceği üzere Dr. Breuer, yakın zamanda Nietzsche ile bir görüşme yapmayı kabul eder. Bahsi geçen hadisenin ardından yaşanan ve her biri diğerinden heyecanlı olayları detaylı bir biçimde anlatmak mümkün olmadığından bu yazımda yalnızca kurgunun büyük bir bölümünü oluşturan Nietzsche-Breuer ilişkisini, ikilinin başından geçen birtakım mühim olayları, aynı zamanda onların karakter özelliklerini, duygu ve düşünce dünyalarını yorumlarımı da beraberinde sunarak özetleyecek, son olarak da söz konusu romanın değerlendirmelerinde karşılaştığım bir soruna değinerek sözlerimi noktalayacağım.
Dr. Breuer’in Nietzsche’yi hasta olarak kabul etmesini sağlayan Lou Salome, böylece ikilinin tanışmalarına vesile olduktan sonra kurgunun yalnızca birkaç bölümünde görünmekle yetiniyor ve biz Nietzsche ile Breuer’in bir yandan keyifli ve ufuk açıcı diyalogları, diğer yandan karmaşık ve bir o kadar yoğun iç dünyalarıyla baş başa kalıyoruz. İlk olarak Dr. Breuer, gün içinde sayısız hastayla ilgilenmesi gerektiğinden iş-aile dengesini kurmada büyük sıkıntılar yaşayan, meslekî yoğunluklarından ve alışageldiği aile yaşantısından bir an olsun sıyrılıp etrafına bakmamış, hayattan beklentilerini hiç sorgulamamış, alanında eşsiz başarıları dolayısıyla da artık doyum noktasına ulaşmanın getirdiği bir rehavet ile pek çok şeye karşı ilgisini yitirmiş bir doktor, yani kendisi aynı zamanda bir “hasta”. Dertlerimize deva olan bu kimseler, doktorlar, hakkında çoğu zaman ilk düşündüğümüz, insana dair bunca şeyi bilmenin pek tabii kişinin kendisini kolaylıkla iyileştirmesini sağlayacağı ve böylece doktorların da hiç hasta olmayacağı, olsa dahi çabucak iyileşebileceği, olur. Oysa bu doğru olmaktan ziyadesiyle uzak bir düşüncedir. Nitekim kitabımızda da bahsi geçen durumun gerçeğe oldukça yakın bir örneği Dr. Breuer aracılığıyla verilmiştir. Breuer, arasında sıkışıp kaldığı meslek hayatı ile aile yaşantısının yanında, vaktiyle psikolojik problemleri dolayısıyla kendisine gelen ve bir yıllık tedavisini üstlendiği, daha sonra başka bir doktora sevk ettiği genç ve güzel hastası Bertha Pappenheim’ı saplantı haline getirmiş durumdadır. Gün içinde Bertha ile ilgili olmayan herhangi bir şey düşünememekte, mütemadiyen onun başrolde yer aldığı uygunsuz denilebilecek birtakım hayaller kurmakta, kimi zamanlar daha da ileri giderek önemli bir işini dahi Bertha ile alâkalı düşünce ve hayaller zihninden tümüyle ayrılana dek erteleyebilmektedir. Söz konusu saplantının vahametinden anlaşılabileceği üzere romanda geleneksel tabirle kendi söküğünü dikemeyen terzinin pek güzel bir örneğine baş karakterlerden biri olarak rastlamaktayız. İşbu bilgi ve donanıma sahip doktorun başkalarını iyileştirmede gösterdiği başarıyı kendisini iyileştirme noktasında gösterememesi hâline en açık bir şekilde Nietzsche ile görüşmelerinin ilerleyen safhalarında şahitlik etmekteyiz.
Breuer ve Nietzsche’nin ilk karşılaşmalarını takiben yaşanan bazı önemli olaylardan söz etmeden önce biraz da Nietzsche’nin hayatından ve karakterinden bahsedelim. Kendisi sağlık sorunları dolayısıyla işinden istifa etmiş bir filoloji profesörü olup istifasından sonra tüm vaktini felsefi yazılar yazarak değerlendirmeye başlamış ve kendini; insanları, çevreyi, yaşamı anlamaya ve anlamlandırmaya adamıştır. O, insanlarla ancak gerektiğinde (yalnızca birkaç cümle ile) iletişim kuran, en ufak bir yardımı dahi şiddetle engelleyecek normal-üstü gurur sahibi, başarılarına ve karakterine yönelik ltifatlara, zamanında ona hayranlık duyan ancak ilgisiyle karşılaştıktan bir süre sonra onu duygusal manada sakat bırakan insanlardan ötürü, hiç mi hiç ilgi göstermeyen biridir. Tüm bunların yanında yakın zamanda hayatından çıkan arkadaşı Lou Salome’ye karşı engelleyemediği hisleri dolayısıyla -Dr. Breuer’da olduğu gibi- saplantılı bir aşk geliştirmiştir. Söz konusu saplantı yine Dr. Breuer’de tesadüf edilene benzer şekilde Nietzsche’yi de olağan işlerini yapmaktan dahi alıkoyacak boyutlara ulaşmıştır. Ancak Nietzsche, tabiatıyla yıpratıcı olan bu durumdan -yalnızlığıyla barışık hâline, hayran olunası gücüne, gururuna leke süreceği kaygısı ve aynı zamanda insanlara duyduğu güvensizlik dolayısıyla da- Dr. Breuer’e hiç söz etmeyerek ilk görüşmelerinde yalnızca farklı doktorlardan aldığı raporları, hasta dosyalarını göstermek ve fizyolojik rahatsızlıklarının neden olduğu ağrıları anlatmakla yetinir. Breuer ise işini profesyonelce yapmak kaygısında olan her doktorun yapacağı şekilde, en başta Nietzsche’nin semptomlarını dinlemiş ve onu fizyolojik bir muayeneden geçirmiştir. Ancak Breuer’in onunla ilgili asıl merak ettiği ve tedavide üzerine yoğunlaşmak istediği şey, Lou Salome’nin sözünü ettiği duygusal temelli ortaya çıkan davranışsal, psikolojik problemlerdir fakat bu, özel hayatına dair en ufak bir bilgi sunmaktan kaçınan Nietzsche söz konusu olduğunda hiç de kolay olmayacaktır.
Dr. Breuer her görüşmelerinde Nietzsche’nin Lou Salome’den bahsetmesini beklese de o, Lou’dan ve onunla yaşadıklarından etraflıca söz etmek şöyle dursun, onun ismini dahi anmamaktadır. Breuer başlangıçta Nietzsche’yi kendisiyle istisnasız her konuda uzun uzadıya sohbet edilmeye değer, bazı üstün niteliklere sahip muhterem bir kimse olarak görse de onun her şeyden önce iyileşmeye muhtaç bir “hasta” olduğu düşünce ve inancı ağır basar, dolayısıyla onu Lou ile ilişkisine dair konuşturmak ve bu yolla mental olarak tedavi etmek için epey uğraş verir. Ancak zaman içerisinde görüşmeler Nietzsche’nin yaşama dair uzun soluklu felsefi ve edebi konuşmaları nedeniyle beklenmedik bir mahiyete bürünür ve Breuer ona içten içe hayranlık duymaya, aynı zamanda yaşadığı hayata da imrenmeye başlar. Hayranlığının kaynağı bir yandan Nietzsche’nin yaşam hakkındaki derin bilgisi ve her sohbette kendini olağanca gücüyle gösteren zekâsı iken diğer yandan toplum yaşayışından bu denli başarılı bir şekilde sıyrılıp bireysel yaşamına tüm varlığıyla sarılabiliyor, bunu yaparken de toplumu tüm yönleriyle mercek altına alıp incelemekten ve eleştirmekten geri durmuyor olmasıdır. Yaşadığı hayata imrenmesinin pek doğal bir gerekçesi ise kendisi, başka insanlara karşı türlü sorumluluklarla baş etmek mecburiyetindeyken Nietzsche’nin, hayatı bir kartal misali yalnız, aynı zamanda sadece kendine sorumlu bir şekilde yaşamasıdır. Dr. Breuer’e göre Nietzsche, kendisinin hep düşlediği ama asla yaşama cesaretini gösteremediği hayatı yaşamaktadır. Zira kendi inancına göre Breuer her şeyi başkalarının istekleri için yapmış, dolayısıyla yaptıklarından hep birilerine karşı sorumlu olmuş, mütemadiyen başka insanların mutluluğu, keyfi, istek ve ihtiyaçları için yaşamıştır. Nietzsche’nin hayatı, kimseye hesap vermeden yaşanan, devamlı çıkılması gereken başarı basamaklarının, yürünmesi gereken çetrefilli yolların (meslekî anlamda ulaşılması gereken zorlu hedefler, ilgilenilmesi gereken hastalar; ailevî boyutta ise doyurulması gereken çocuklar, kendisine layık olunmaya çalışılan bir eş) olmadığı tasasız, sükûnetli ve her şeyden önce iradî yaşanan bir hayattır. Nietzsche gerçekten yapayalnızdır ve her şeyi, yalnızca kendinedir. İyilikleri de, kötülükleri de, sorumlulukları da sadece kendine yönelik, kendiyle ilgilidir. Yakın çevresinde neredeyse kimse yoktur ki kendisinin halihazırda istediği -yahut istediğini zannettiği- de budur. İstediğini yalnızca “zannetmektedir” zira Dr. Breuer’e henüz kendini açmaya başlamadan önce kurduğu cümlelerden birinde, kaçındığı şeyin aslında biriyle yakın ilişki kurmak değil, o ilişkinin yakınlığına güvenerek sunduğu gizli benliğinin ve karşı tarafça öğrenilen tüm zaaflarının aleyhine olacak şekilde kullanılması ihanetinden duyacağı kuvvetle muhtemel bir rahatsızlık olduğunu ifade etmektedir: “Birinin kendisini başka birine açması ihanetin kapılarını açar ve ihanet insanı çok rahatsız eder.” Mamafih bu güçlü sözün sahibi de zorlu bir sürecin sonunda, daha ziyade Dr. Breuer’in yoğun emek ve özverisi sayesinde, kendisini açmaktan geri duramaz.
Söz konusu açılmaya zemin oluşturan başlıca olay Dr. Breuer’in tedavi başladığından beri özel hayatına dair hiçbir şey anlatmayan, şiddetli fizyolojik rahatsızlıklarına karşın hastanede yatmayı ve bu vesileyle üzerinde bazı yeni ilaçların denenmesini de kabul etmeyen Nietzsche’yi, aslında iyileştirilmesi gerekenin kendisi olduğunu, problemlerinin ancak Nietzsche’ye anlatmakla çözülebileceğini söyleyerek hastanede yatmaya ikna etmesidir. Kafasında tasarladığı bu rol değişimi temelli plan doğrultusunda Breuer önce hastalarının ona yaptığı gibi Nietzsche’ye sorunlarından bahsedecek, daha sonra Nietzsche’nin öznel deneyimlerinden örnekler vermesini isteyerek onunla bir nevi dert ortaklığı kuracak ve böylelikle de onu konuşturmayı başarmış olacaktır. Breuer’in bu gizli amaçlarından pek tabii haberdar olmayan Nietzsche, Breuer’e yardım edebilmek gayesiyle anlaşmayı kabul eder fakat bu yolda daha en başından birtakım problemler baş gösterir. Nietzsche’nin rutin kontrolleri bitip de sıra Breuer’in sorunlarını konuşmaya geldiğinde Nietzsche yardımcı olabilmek için onu öylesine sorgulamakta, hayatını öyle didik didik etmektedir ki Breuer çoğu zaman kendini anlatmaktan Nietzsche’nin problemlerine yönelememekte ve dolayısıyla onu konuşturamamaktadır. Bununla birlikte, yalnızca birkaç seans sonra Breuer hasta rolüne kendini güçlü bir biçimde kaptırır ve artık hasta olanın Nietzsche değil kendisi olduğuna inanmaya başlar. Kendini anlattığı her seansın ardından bir sonraki görüşmeyi iple çekmekte, Nietzsche’nin yorumlarını ve çözüm önerilerini dinlemeyi sabırsızlıkla beklemektedir. Seanslar daha ziyade Breuer’in saplantılı olduğu eski hastası Bertha Pappenheim ile ilgili olup onun bu durumdan kurtulmasını sağlamaya yöneliktir. Breuer, hasta rolünün gerçeğe dönüşmesinin ardından nadiren de olsa, Nietzsche’nin Lou Salome’den bahsetmesini bekler ancak Nietzsche bu konudaki kesin kararlılığını sürdürmeye bir süre daha devam eder.
Bir zaman sonra Dr. Breuer, bir yandan Nietzsche’nin üzerinde denediği tüm yöntemlere rağmen halen daha kurtulamadığı saplantısı, diğer yandan seçmediğini düşündüğü hayatı ve bitmek tükenmek bilmeyen sorumlulukları hakkında Nietzsche’den dinlediği mantıklı ancak iç açıcı olmayan değerlendirmeler dolayısıyla sürüklendiği karanlık kuyudan ümitsizce kaçış yolu ararken öğrencisi Sigmund Freud’a başvurarak ondan kendisini hipnotize etmesini, bu yolla seçimlerini sorgulamayı ve gerçekten ne istediğine, sonuçlarına katlanması gerekmeyen bir uyku halinde karar vermeyi ister. Dr. Breuer hipnoz esnasında öncelikle üzerine bilimsel araştırmalar yürüttüğü güvercinlerini kafesten çıkarıp özgürlüklerine kavuşturur, bu onun gerçek hayatta akademik kariyerini kaybetme korkusuyla asla yapamayacağı bir iştir. Ardından yine gerçek yaşamda yapmaktan en çok korktuğu bir diğer şeyi yapar; karısını, çocuklarını, evini terk eder ve kendine yeni bir hayat kurmaya çalışır. Bunun ilk adımı olarak Bertha’yı ziyaret eder ancak o hiç de fantezilerinde olduğu gibi sağlıklı, güçlü, bütünüyle kusursuz bir kadın değil; bilakis âciz, yardıma muhtaç, zavallı bir hastadır. Bertha ziyaretinin ardından vaktiyle karısının kıskançlığı dolayısıyla yanından kovup daha sonra bundan pişmanlık duyduğu hemşiresi Eva’nın yanına gider ancak orada da umduğunu bulamaz. Eva, Breuer ile arasında geçenleri çoktan unutmuş, yeni bir işe girmiş ve hayatı olağanca normalliğiyle yaşamaya başlamıştır. Tüm bunlar sorumlu olduğu herkesten ve her şeyden uzak, yepyeni bir yaşama başlama fikrini Breuer için artık katlanılmaz kılmaktadır. Nitekim öğrencisi Freud kendisini uyandırdıktan kısa bir süre sonra Breuer aslında yaşamakta olduğu hayatı yine kendisinin seçtiğini, böyle bir hayat yaşamasına sebep olan seçimleri değil de onu hayal ettiği hayata götürecek tercihleri yapmış olsaydı şu an olduğundan daha mutsuz olacağını anlamıştır. Breuer’in bu ilginç deneyiminden çıkarılacak başlıca sonuç, bir şeyin ulaşılmaz olmasının o şeyi gerçekte olduğundan çok daha değerli kıldığıdır. Bu öyle bir değerdir ki insana, uğruna önem verdiği pek çok şeyden bir çırpıda vazgeçebileceğini düşündürür. Oysa bir hayal ancak gerçeğe dönüşene dek güzeldir. Gerçeğe dönüştüğünde aniden büyüsünü yitirir ve çoğunlukla uğruna feda ettiğimiz onca güzel şeyi, kendisini gerçekleştirmek adına attığımız adımları pişmanlıkla anmamıza neden olur. Nietzsche’nin ihanet ile ilgili sözünü biz de pişmanlığa uyarlayacak olursak: “Yalnızca hayalken güzel olanı gerçeğe dönüştürmek için yaşamda tüm gerçekliğiyle var olan ve büyükçe bir değer ifade eden şeylerden vazgeçmek, insanı pişmanlığa sürükler. Pişmanlık ise çok rahatsız edici bir şeydir.” İşte Breuer’in hipnozdan çıkmak üzereyken düşündüğü ve hissettiği şeyler de bundan ibarettir. Evden ve mesleğinden ayrılıp bütünüyle plansız hareket ettiğinde, bir şekilde hayatından çıkan insanların ısrarla peşinden gittiğinde nihayet düşlerindeki hayatı yaşayabileceğine, gerçek kendine ulaşabileceğine, sonsuz mutluluğu yakalayabileceğine inanmaktadır. Bunun ne büyük bir yanılsama olduğunu, yukarıda da bahsedildiği üzere, hayalleri bir bir gerçeğe dönüştüğünde anlamıştır.
Hipnoz deneyiminden kısa bir süre sonra Breuer yine Nietzsche’yi görmeye gider ancak artık o eski Joseph Breuer değildir. Yazgısını, yaşantısını, seçimlerini sorgulamış; en nihayetinde hayatı tam da olması gerektiği gibi yaşadığına, seçimlerini arzu, istek ve idealleri doğrultusunda yaptığına ve şu anda da olmak istediği insandan başkası olmadığına ikna olmuştur. Bahsi geçen görüşmede Breuer nihayet Nietzsche’ye, onu Lou Salome aracılığıyla tanıdığını da itiraf eder. Gururundan bir an olsun ödün vermeyen, insanlarla yakın ilişkiler kurmaktan şiddetle kaçınan, kimsenin ördüğü kalın duvarlardan geçip de kendisine ulaşmasına müsaade etmeyen Nietzsche bunu öğrenmesinin ardından ve artık Breuer’in çabalarına da daha fazla direnecek gücü kendinde bulamadığından, Lou Salome’ye duyduğu yoğun hisleri, onunla ilgili tüm düşünce ve hayallerini, yaşadıkları en özel ve değerli anları olağanca açıklığıyla yer yer durduramadığı göz yaşları ile Breuer’e aktarır. Tüm bunlar Nietzsche’nin yıllarca duygu dünyasının en ücra köşelerinde zincirlere vurduğu ve hiçbir koşulda salıvermediği yoğun hislerinin, Breuer’in gayretleri olmaksızın kurulamayacağı aşikâr bir dostluk bağı sayesinde esaretten kurtuluşunu ifade eder. Bu olay Nietzsche’nin herkese karşı ebediyen kaybettiğine inandığı güven duygusunun mutlak zaferi, aynı zamanda en ufak bir yardımı dahi gücüne hakaret gören gururunun da yegâne mağlubiyetidir.
Breuer’in geçirdiği değişim baz alınarak hayatının “Nietzsche’yle tanışmadan önce” ve “Nietzsche’yle tanıştıktan sonra” olmak üzere kesin bir çizgi ile ayrılabileceği doğrudur. Kendini ve seçimlerini sorgulamayı, hayatı ve insanları anlamayı, anlamlandırmayı hep Nietzsche sayesinde öğrenmiş, Nietzsche’nin sunduğu bilgiler zorlu ve bir o kadar müphem değişim yolculuğunda kendisine adeta ışık olmuştur. Ancak eş zamanlı olarak Breuer’in de Nietzsche’yi ne denli etkilediği, değiştirdiği yadsınmamalıdır. Nietzsche Breuer’le tanışana dek gerçek manada fikirlerine değer veren, onu anlayan ve nihayetinde tüm varlığıyla koşulsuz güvenebileceği bir insanın şiddetli yoksunluğunu çekmektedir. Breuer gibi güçlü bir karakterin Nietzsche’nin fikirlerine gösterdiği ilgi, ayrı ayrı her birine verdiği ehemmiyet Nietzsche’yi manen azımsanamayacak ölçüde beslemiştir. Breuer’in Nietzsche’yi ruhen iyileştirmek, yaralarını sarmak için kendinden ne denli ödün verdiği de açıktır. Söz konusu emek ve fedakarlıklar Nietzsche’nin kaskatı yüreğini yumuşatabilmiş, yıllardır çıkmalarına müsaade etmediği göz yaşlarının kurumuş göz pınarlarından özgürce akmasını sağlayabilmiştir. Böylesi yoğun duyguların hiçbir koşulda yansıtılamaması halinin kısa bir zaman sonra Nietzsche’nin yaşamına kendi elleriyle son vermesine neden olacağı aşikârdır. O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Nietzsche Breuer’in bakış açısını değiştirerek hayatı daha bilinçli yaşamasına olanak sağlamış; Breuer ise Nietszche’nin doğrudan doğruya hayatını kurtarmıştır. Romanın, biraz da adından ötürü, ekseriyetle Nietzsche merkezli değerlendirmeleri yapılmakta, Breuer’den ise daha ziyade bir yan karakter gibi bahsedilmektedir. Bu durumun, romanın ismi dışında olası bir diğer gerekçesi, Nietzsche’nin gerçek yaşamda Breuer’den daha fazla tanınmış, hatta bir ölçüde popüler kültüre mâl olmuş olması, dolayısıyla yapılan değerlendirmelerin de “Nietzsche” isminin kudretinden faydalanılarak daha çok okunmasının sağlanmak istenmesidir. Bunun ise kabul edilebilirlikten ne denli uzak bir tutum olduğunun tartışılmasına ihtiyaç yoktur. Temennim, söz konusu değerlendirmelerin, insanların Nietzsche ve felsefesine dair etraflıca fikir edinmelerini sağlamak ve onun görüşlerini şahsi düşüncelerle yoğurarak okurlara benimsetmeye çalışmak şeklinde değil, zira felsefeye halihazırda meraklı olan kimselerin böyle bir dayatmaya hiç de ihtiyacı yoktur, olanaklar ölçüsünde yanlılıktan kaçınarak her iki güçlü karaktere de hak ettiğini vermek biçiminde yapılmasıdır.